Powered By Blogger

10 Nisan 2014 Perşembe

Binlerce kez... İyi Geceler!

Haberi düşer düşmez izlemek için gün saydığım İskandinav-İrlanda yapımı bir filmi bekliyordum. Fragmanlarını izlerken bile içimde fırtınalar koparan, yutkunmama izin vermeyen bir hikayeyi...
Rebecca'nın hikayesini.
 
6 yaşında savaş muhabiri olmaya karar vermiş biri için şimdi yapmak istediği şeyin çok uzağında olmak ne kadar acı verici anlatamam. Birçoğunuzun, hatta hemen hepinizin "Savaşta olmak daha mı mutluluk verici! Saçmalama!" dediğini duyar gibiyim, ama gerçekçiliğin prensiplerine her daim daha yakın olan biri olarak rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Siz sevin ya da sevmeyin savaşlar ve acılar dünyanın her yerinde var olmaya devam edecek, üstelik bizim doymak bilmeyen iştahımız ve zevklerimiz için ve ben oturup bunları görmezden gelmek istemiyorum, hatta görmezden gelenlerin gözlerine sokup, onları rahatsız etmek, başlarını uzatıp orada ne oluyor, ne yapmalıyız bu acıları azaltmak için demek zorunda bırakmak istiyorum.
 
Emin olduğum bir şey varsa o da gazeteciliğin eğitimden öte bir içgüdü meselesi olduğudur. Parasız, köle gibi çalıştırılsanız da o haberi duyurmak bir ölüm-kalım meselesidir. Yemek, su içmek, nefes almak gibidir olan biteni takip etme isteği.
 
Şahit olup, ilk elden, en doğru siz ulaştırmak istersiniz yaşananları.
Toplumun büyük kısmında "gazeteci yalancıdır, pisliktir, yaltakçıdır" düşüncesini kafalara çakan topluluk değil "gazeteci ya da haberci" olanlar.
Adliyelerde, sokaklarda, savaş meydanlarında, çatışma aralarında, meclis koridorlarında ne olup bittiğini gözüyle görüp, eliyle yazan, fotoğraflayan, ama adı genelde pek bilinmeyenlerdir.
Dünya romantik olmak için fazla gerçek bir yer. Ve habercilerin işi o acının kalbine gidip dünyanın kalanına seslenmek ve onu tüm bu iyi ve kötü şeylerden haberdar edip sorumluluğunu yerine getirmektir.
 
A Thousand Times Goodnight bu içgüdüyü ve bu dayanılmaz güdüyle kocası ve çocukları arasında kalan savaş fotoğrafçısı Rebecca'yı anlatıyor; Rebecca'nın çektiği fotoğrafların gücünü, bu gücün neleri değiştirebileceğini... 
Üstelik o kadar sahici ki... Patlamalar, çatışmalar geçerken perdeden kalbiniz ağzınızda izliyorsunuz Rebecca'nın vereceği kararı; kaçacak mı, devam mı edecek, durdurmak için bir şey yapacak mı?
Kocası ve çocukları, mesleği yüzünden ondan uzaklaşırken vereceği kararları beklerken içiniz sızlıyor, yutkunamıyorsunuz...
Ve yeniden savaşa gitmesi istendiğinde ne karar verecek diye bekliyorsunuz...
Gidecek mi yine?
Her şeye rağmen?!
 
Bana kalırsa gerçek gazetecilerin, habercilerin, foto muhabirlerinin hissettiği şeyi gazeteci olmayan, ama muhteşem bir yazar olan İhsan Oktay Anar özetlemiş. 2 yıl önce Twitter'a girip attığı tek bir twitle özetlemiş hem de...
 
Şöyle demiş İhsan Oktay Anar,
 
"...çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünya'nın şahidi olmaktı."
 
Ailelerini, hayatlarını, huzurlarını terk eden ve bizim için bu "dünyaya şahit" olmaya giden tüm o iyi insanlar...
Teşekkürler... Her birinize.
 

15 Mayıs 2011 Pazar

Akira Kurasawa ve Van Gogh

Japon Resim Sanatı ve Batı İzlenimciliğinin
Japon Sinemasına Etkileri:
Akira Kurosawa Filmleri



Giriş
Dünya sineması etkileşim örnekleriyle dolu. Kimi zaman taklitçilikten öteye geçemeyen etkilenimler, bazen müthiş kültürel harmanlamalarla başyapıtlara ve yeni dönemlerin açılmasına kaynaklık etti. Fiziksel ve kültürel olarak birbirinden son derece uzak olan Japon ve Batı kültürleri, dolayısı ile resim ve sinema sanatı anlayışlarını ele aldığımızda bu iki durumu da –taklitçilik ve sentezlerden doğan başyapıtlar- görürüz. Japon sinemasını anlamak için Uzakdoğu ve Batı kültürlerine ait resim sanatlarının geçmişini anlamak ardından sinemaya etkilerini görmek önemli olacaktır. Japon sinemasının eşsiz yönetmeni Akira Kurosawa’nın filmlerinde bu izleri takip ederek konuyu özümsemek önemli. Keza Akira Kurosawa’nın etkisi altında kaldığı Japon gerçekçiliği zamanla yerini popüler Hollywood filmlerine, son döneminde ise Avrupa izlenimciliğine bırakmıştır, bu etkilenimlerin hiçbirini taklitçiliğe kurban etmeyen Kurosawa, Japon kültür ve tekniğini, edindiği farklı anlayışlarla birleştirerek Japon sinemasının yükselişini ve dünyaya tanıtılmasını sağlamıştır. Bu çalışma, Batı izlenimciliğinin ve Japon resim sanatının Japon sinemasında, daha da daraltırsak Akira Kurosawa filmlerinde nasıl etkiler bıraktığını araştıracak.



Batı İzlenimciliği
Empresyonizm, yani izlenimcilik 19. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan ve hemen hemen tüm sanat dallarını etkilemiş sanatsal bir akımdır. Doğada görüleni olduğu gibi yansıtmak yerine görülen objenin ya da duyguların iç dünyada yarattığı intibaları tuvale yahut esere yansıttıkları için izlenimcilere intibacılar da denilmiştir. İntibalar, sanatçıdan sanatçıya değişeceği ve her sanatçı, eserinde kendi intibalarını anlatacağı için, meydana getirilen sanat eseri, onu meydana getirenin tam kişiliğini ortaya koyacaktır. Bu özellikleri dolayısıyla empresyonistler, kendilerini çevreleyen dış dünyaya karşı ilgisizdirler. Onların dile getirmek istedikleri, kendi iç dünyalarıdır. Empresyonizm'de objenin kendisi değil, uyandırdığı intibalar önemlidir. Bu bakımdan realizmin karşıtıdır.1 Teknik olarak ışığın ve güneşin gün içindeki zamanlamasından kalan izlenimler ön plandadır, empresyonist tabloların ışığın yeniden tanımlanmasıyla yapılan resimler olduğu söylenebilir. James Joyce, Ahmet Haşim gibi edebiyatta temsilcileri olan akım resimde çok daha fazla temsilci bulmuştur kendine. Akira Kurosawa’yı en çok etkileyen empresyonist ressamlar ise Cezanne ve Van Gogh’dur, ama Van Gogh’un Yume( Dreams/Düşler) ‘deki etkilerini göz önüne alarak Kurosawa’nın düşgücündeki Van Gogh’u aramak en doğrusu.
Vincent Van Gogh’la Akira Kurosawa arasında şaşırtıcı benzerlikler var. Bunlardan biri ikisinin de erkek kardeşleriyle olan yakın ilişkileriydi. Vincent Van Gogh muzdarip olduğu psikiyatrik rahatsızlıktan ötürü hayatı boyunca kardeşi Theo Van Gogh’un yardımları ve manevi desteğiyle resim yapabildi. Hayattayken tabloları neredeyse hiçbir değer görmeyen Vincent izlenimcilikte farklı bir boyuta adım atmıştı. Işıkla tanımlanan empresyonizm Van Gogh’un yaptığı muhteşem gece resimleriyle yeni bir boyut kazandı. The Starry Night (Yıldızlı Gece), Cafe Terrace at Night gibi gece, yıldız ve ay ışığında taslak edilen tablolar güneş ışığından çok ay ışığının empresyonizmle tanımlanması yolunu açmıştı, en azından Vincent Van Gogh’un tarzında. Yola izlenimcilikle başlayan Van Gogh bu kişisel yaklaşımını da akımla birleştirerek bir post-empresyonist ressam olarak yoluna devam etmiştir. Aradaki çağ farkını gözeterek Batı kültüründen etkilenen tarafın Kurosawa olduğunu sanmak hata olur, çünkü 1700’lü yıllarda Hollandalılar Japonya’da ticaret yapmasına Japon kanunlarınca izin verilen yegâne Batılılardı, Japonlar’ın Batı hakkında bilgi birikiminin ana kaynağı, Hollanda lisanından çevirdikleri kitaplardı. Edo Dönemi’nin sonlarına dek Batı bilimleri ve sosyal bilimleri araştırmalarına Japonca’da rangaku denmiştir ki bunun anlamı Hollanda araştırmalarıdır.
Aradaki ticari bağları düşündüğümüzde çok benzer çalışmaların Hollandalılar tarafından yapılmış olacağını tahmin etmek hiç zor değil, üstelik bu bağlar meraklı Avrupalı tacirlerin ve kâşiflerin bolca bilgi ve eserle geri döndüğü fikrini uyandırıyor insanda. Keza bunu Vincent Van Gogh’un düştüğü notlar da kanıtlıyor. Hayatı boyunca Japonya’ya gitmediğini bildiğimiz Hollandalı Vincent Van Gogh, sanat simsarı kardeşi Theo’nun teşhir ettiği eserlerden de Japon resmini oldukça iyi tanımıştır ki bir notunda şu satırları yazar: “Japon sanatçıların bütün yapıtlarında rastlanan titiz duruluğu kıskanıyorum. Hiç sıkıcı değil ve hiçbir zaman telaş içinde yaptıkları izlenimini vermiyorlar. Soluk alıp vermek gibi yalın: figürleri birkaç fırça dokunuşuyla öylesine rahat çiziyorlar ki sanki ceket düğmesi ilikliyorlar.”3 Van Gogh’un ruhsal durumundaki tarif edilemez iniş çıkış ve iç dünyasını parçalayan karmaşa onun resimlerine yansıyordu, ancak o yukarıda da anlattığı gibi Japon resmindeki duruluğun ve yalınlığın özlemini çekmekteydi. Vincent hastalığı ile boğuştuğu bir dönemde Arles’te bir akıl hastanesine yattı. 1888’in 21 Şubat’ından 3 Mayıs 1889’a dek Vincent Arles’te kaldı. Japonyası’nı bulduğunu düşünüyordu. Görülmemiş bir çalışma hırsıyla meyve bahçeleri, çiçekler, Les Saintes-Maries-de-la-Mer sahilinin manzaraları üzerinde çalışıyordu.4 Bu bilgilerden Hollanda-Japonya arasında yaşanan ticari yakınlıkların Ressam Van Gogh’u çokça etkilediğini görmemek imkânsız.



Akira Kurosawa ve Japon Kökleri
Japon resmi Van Gogh’u nasıl etkilediyse, bir yüzyıl sonra Japon Kurosawa da Hollandalı Van Gogh’dan benzer şekilde etkilenecekti. Van Gogh ve Kurosawa’nın bir diğer ortak yönleri ise Akira’nın da bir ressam olmasıydı. Kurosawa’yı anlamak için Japon kültürünü ve resmini bilmek gerekli; keza o taklitçi değil sentezci bir yönetmen ve ressamdı. Japon
resminin çok geniş bir tarihi var, oysa sineması o kadar köklü sayılmaz, Japon resim sanatını biraz inceledikten sonra Japon sinemasına ve Kurosawa’ya uzanmak en doğrusu olacaktır.


Japon Resmi
Japon kültüründeki en mühim unsur, geleneklere bağlı değişimler yaşamakla ifade edilir, bu nedenle Japon sanat tarihine göz atıldığında da Çin ya da Hollanda fark etmeksizin etkilenmeler Japon anlayışıyla birleştirilerek kullanılmış taklit edilmemiştir, edildiği dönemler yakın tarihe denk düşüyor denebilir, bunda da küreselleşmenin ve kitle iletişim araçlarının gücünü görmek mümkün. Japon sanatına genel olarak bakacak olursak, Japon sanatında şöyle bir fenomen vardır, yeni üsluplar diğer sanat alanlarından önce resim sanatında ifadesini bulur.5 Felsefeci olan Sorai gerçek anlamda aydın bir kişi için kaligrafi ve resmin birbirini tamamlayan unsurlar olduğuna dikkati çekmiştir. Konfiçyüs düşüncenin yazılı kaynaklarını
onların dilbilimsel ve tarihsel bağlamda incelemiş; hem düzyazı ile şiir hem de kaligrafinin Japon aydını için yazınsal araştırmanın değer verilmesi gerektiğine değinen ilk kuramcılardan biri olmuştur.
Kaligrafi ve manzara resmini amatör bir eğlence için zevkli bir vakit geçirme amacıyla yapan Nagasaki’deki Çinli tacirler ve bu liman kentine kısa bir süre uğrayan profesyonel ressamlar Çin sanatının diğer çağdaş üslupları ve nanga resmini Japonya’da doğrudan doğruya getirmişler ve bu resmi Japonlara tanıtmışlardır. Japonların nanga resmi konusundaki bilgilerinin üçüncü ve en önemli kaynağı çeşitli Çinli ustaların üslubunda yapılmış insan figürleri, bitkiler, dağlar, kayalar, ağaç betimlemeleri yapmak için içinde resimli örnek modelleri bulunan ahşap baskısı el kitaplardır.
Tanınmış pek çok bunjinga sanatçısı bu konuda yazılmış kitapların çoğunu edinmiş, aydınlar sınıfı resminin temel kuram ve tekniklerini öğrenmek için bu kitapları rehber yani ana başvuru kaynağı olarak kullanmıştır.
Ahşap baskı resim üslubu ve tekniklerini öğreten el kitapları ise ahşap kalıplarla basıldıkları için fırça vuruşlarının zengin karşıtlıkları ve mürekkebin tonlaşmaları azalarak tek çizgiye düşmüş, düz renklere dönüşmüş ve arka fondaki beyaz kâğıt üzerinde keskin bir karşıtlık yaratan bir görünüme bürünmüşlerdir. 1740’lara ait olan Erik Çiçekleri adını taşıyan duvara asılır rulo resmidir. Bu resim sanatçının sadece Çin resim teknikleri konusundaki bilgisi göstermez ama aynı zamanda aydınlar resim üslubu konularına ne kadar vakıf olduğunu da gösterir. Nankai’nin bu resminde uçan beyaz tekniğiyle uygulanmış şiddetli fırça darbelerinin oluşturduğu dallarla erik tomurcuklarının üzerinde zarafetle resmedilmiş yapraklar arasında güçlü bir karşıtlık vardır. Uçan beyaz (hihaku) koyu renk mürekkebin beyaz kâğıtla iç içe geçtiği kaligrafik bir fırça darbesidir. Fırça vuruşu sırasında mürekkebe daldırılmış olan fırçanın ucu ikiye ayrılır ve siyah çizgilerin arasından beyaz renk görünür. Uçan beyaz tekniğindeki fırça vuruşu sırasında kalın mürekkep çizgileri arasında görünen beyaz kâğıt, çiçeğin taç yapraklarının yuvarlak hatları arasında kalan beyaz bölgelerle karşıtlık oluşturur. Yaprakların narinliğini vurgular. İşte Akira Kurosawa sineması da teknik anlamda bu metodu uygular, uçan beyaz gibi tek bir kere de çekilir sahneler. Usta yönetmen bu konuda çok titizdi, Kurosawa çekimler ne kadar zor şartlar altında olursa olsun çekilecek sahneyi defalarca prova ettirdikten sonra tek seferde sahneyi kusursuz bir biçimde çekerdi, ancak bunun da öncesi vardı: Storyboardlar! Kurosawa öğrendiği kaligrafileri yani metinleri resmetme yöntemini kullanıyordu, filmin hikâyesine göre her sahneyi tek tek resmeden yönetmen çizdiği yüz ifadesini dahi prova ettiriyordu aktörlerine. Storyboardlara dönecek olursak, Japon figürleriyle bezeli, ancak Van Gogh’unkiler kadar hareketli çizimlere sahipti, üçüncü ortak yanlarının intihar girişimleri olduğunu –neyse ki Kurosawa Vincent gibi başarılı olamadı- söylersek Akira’nın da dinmeyen bir iç savaşı olduğu tahmin edilebilir.
Resimlerdeki Batı - Japon sentezine ve dayandığı Japon geleneksel prensiplerine Japon sanat tarihinden bir örnek verecek olursak; 1700’lerde Japon ressam Taiga’nın esin kaynağı Batı sanatıdır. 1748’te Kyoto’dan Matsushima’ya gitmiş ve geri dönmüştür. Yol boyunca Fuji Yama’ya tırmanmış, Edo’da birkaç hafta geçirmiş parmak resimleri yaparak ün kazanmıştır. Edo’da bulunduğu süre içinde Batı sanatı örneklerini inceleme fırsatı bulmuştur. Burada hangi Batı resim örneklerini incelediği bilinmemekle beraber, bu resimlerin bakır baskı betimlemeler olduğu aşikârdır. Asama Dağı’nın Gerçek Görünümü adlı dikine asılır rulo resminde Taiga Batı perspektif tekniklerini kullanır; bakır baskıda asitle kazıma sonucunda ortaya çıkan ince çizgilere benzeyen ince çizgiler kullanan sanatçı, açık renkli boyayla sağladığı alanlarda bu manzaranın Asama Dağı’nın gerçek görüntüsü olduğunu ifade eder. Ancak son araştırmalarda bu manzara resminin Batı örneği resmin bir yansıması
olmasından daha önemli özelliklere sahip olduğu bulgulanmıştır. Bu da daha önce belirtildiği gibi tekniklerin salt alıntılanmasının ötesinde geleneksel ya da kişisel sentezlerle açığa çıkarıldığının kanıtıdır. Kurosawa
’da bu örneğe mükemmel bir örnektir, kendi cümleleri de bu konudaki fikrini belirtir zaten: “Genç Japon sineması yabancı sinemalardan, Fransız ve İtalyan sinemasından pek etkileniyor. Bu var olan bir tehlike. Büyük bir tehlike hatta. Size eğlenceli bir örnek vereceğim. Japonya’daki aşk ilişkileri, Fransa ya da İtalya’dakilerin aynı olmaktan çok uzaktır. Oysa genç sinemacılar batı filmlerinde gördüklerini aşağılık bir şekilde
kopya ediyorlar. Seyirciler de bu filmlere gerçek yaşamlarında öykünüyorlar. Oldukça gülünç bu. Teshigahara gibi bir adam bile bu yönsemeye karşı koyamadı. Ben işe başlarken çok sağlam bir Japon kültürü (sanat, edebiyat, tiyatro, özellikle nô) temeline sahiptim. Yabancı sinemadan bu Japon temeli üzerine etkilenmiştim. Bu da bana yabancı etkisini, Japon geleneklerini hiç unutmaksızın, değerlendirmemi, bana en iyi gelenini, en uygun düşenini soğurmamı sağladı. Bugünün genç yönetmenleri, doğrudan doğruya Japon olan bu kültür temelinden tamamıyla yoksundurlar. Oysa bana göre, kişisel bir yapıt meydana getirmekte en önemli şey budur. Kendinde bu kültür temelini taşımak, kök salmış olmak.”
Akira Kurosawa, tam da bu sağlam temelin üzerine oturtulmuş meraklı bir entelektüel bakışla yorumluyordu Batıyı. Öyle ki “1951’de Kurosawa’nın filmi Rashamon (1950) Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazanarak batılı sanat çevresinin kapılarını Japon Sineması’na açıyordu. Rashamon bir eşkiyanın bir soyluya saldırısının dört farklı versiyonundan ibarettir ve Japon bezemine rağmen çok batılı bir tema, gerçeğin göreceliği teması etrafında kavramsallaştırılıyordu. “Japon ve batılı etkilerin bu bileşimi, Kurosawa sinemasının özelliklerinden biridir ve onun Batıda popülerliğini sürdürmesini sağlayacaktır.” Öyle ki Rashamon Japon sinemasına modern kavramını sokan ilk filmdir.
“Bana kalırsa, yapıtlarımda iki eğilim var. Bir gerçekçi eğilim (Norainu-Kuduz Köpek, Ikiru-Yaşamak), bir de sanatçı eğilim (Shichinin no samourai-Yedi Samuray, Kumonosu jo-Örümcek Şatosu). Yapıtımda bu iki eğilim var. Ama ikisi de ben farkından olmaksızın, kendiliğinden doğuyor. Ben kendimi gerçekçi saymıyorum. Gerçekçi olmaya çalışıyorum ya, değilim. Bir türlü gerçekçi olamıyorum, duygucuyum çünkü. Plastik sanatlara, güzelliğe çok derinden bağlı olduğumu hissediyorum. Gerçeğe soğuk bir bakışla bakamam. Bundan dolayı gerçekçi değilim zaten. Öyle sanıyorum ki, filmlerimde bazen kıyıcı sahneler bulunuyorsa, bu
gerçekçilikten değil de zayıflığımdan ileri geliyor. Gerçekte yufka yürekliyim ben. Savaş sırasında söz özgürlüğü yoktu. Savaştan sonra Japonya üzerine söylenecek öylesine şeyim vardı, öylesine doluydum ki! O vakit benim için tek anlatım aracı gerçekçilikti.”13 diyen Kurosawa Avrupa ve Amerika sinemasını da harmanlayan filmlere imza attı. Avrupa’nın entelektüel yaklaşımıyla, Amerika’nın eğlenceye dönük yanını da filmlerine kattı. Van Gogh’dan bir ressam olarak etkilenirken, Rus yazarlardan ve Şekspir’den hikâye anlamında etkilendi. Kısaca kaligrafik manzumeler yerine roman ve öyküleri, ahşap baskı ve resimler yerine de kendi storyboardlarını hazırladı ve bunlardan sinematografik bir dünya yarattı.
Kagemusha (1980) ve Ran (1985) uzunluk, tema, seyirlik açısından muazzam ölçekteki yapımlardı ve Kurosawa’nın en önemli çalışmaları arasında yer aldılar. Sonra, Yume (Düşler)(1990) ve Madadayo (1993)’da görüldüğü gibi önceki filmlerinden farklı olarak daha kişisel bakış açılarına yöneldi. Daha kişisel bakış açıları aynı zamanda izlenimci bakış açılarını tümden açığa vurmak demekti. Yume (Düşler) filminde düşlerinden yarattığı farklı kısa filmleri bir araya getiren yönetmen kendiyle özleştirdiğini düşündüğüm Van Gogh’la aynı tablonun içinde bir araya geliyor ve aslında tüm bu incelemenin temelinde Kurosawa’nın Vincent’ı rüyalarında görüp ona ulaşmaya çabalamasını anlama isteği yatıyor. İntihar girişimleri, kardeşleriyle bağları, sanat anlayışları gibi birçok benzerlik taşıyan Van Gogh ve Kurosawa şüphesiz çağlar ötesi bir başarı yakaladılar. Van Gogh'un dehası öldükten sonra dünya çapında fark edildi, Kurosawa ise globalizmin artık ivme kazandığı bir çağda kitlelere seslenen bir iş yaptığı, üstelik imparator lakabını alacak kadar iyi bir iş yaptığı için dünyaca tanınmış bir yönetmen olmayı başardı. Yüzlerce yıllık Japon resmi ve yine yüzlerce yıllık batı resim anlayışları bu insanları etkileyen ve onlara yön veren önemli yapı taşları olarak varlıklarını sürdürüyorlar ve yeni dehalara yol vermeye devam edecekler.



Bibliyografi:
1)”Empresyonizm Nedir?”
http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Empresyonizm (Erişim Tarihi: 2 Haziran 09)
2) Aykut Gürçağlar, Japon Resim Sanatı ve Batı Resim Sanatı: Etkileşimler Mimar Sinan Üniversitesi Yayımlanmamış Ders Notları, Güzel Sanatlar Fakültesi, s:91
3)Ingo F. Walther, Van Gogh, Ankara, ABC Kitabevi, 1997, s:25
4) Herbert Frank , Van Gogh, İstanbul, Alan Yayıncılık, Mart 1985, s:146
5) Aykut Gürçağlar, Japon Resim Sanatı ve Batı Resim Sanatı: Etkileşimler Mimar Sinan Üniversitesi Yayımlanmamış Ders Notları, Güzel Sanatlar Fakültesi, s:44
6) Aykut Gürçağlar, Japon Resim Sanatı ve Batı Resim Sanatı: Etkileşimler Mimar Sinan Üniversitesi Yayımlanmamış Ders Notları, Güzel Sanatlar Fakültesi, s:105
7) Aykut Gürçağlar, Japon Resim Sanatı ve Batı Resim Sanatı: Etkileşimler Mimar Sinan Üniversitesi Yayımlanmamış Ders Notları, Güzel Sanatlar Fakültesi, s:106
8) Aykut Gürçağlar, Japon Resim Sanatı ve Batı Resim Sanatı: Etkileşimler Mimar Sinan Üniversitesi Yayımlanmamış Ders Notları, Güzel Sanatlar Fakültesi, ss:107-108
9) Aykut Gürçağlar, Japon Resim Sanatı ve Batı Resim Sanatı: Etkileşimler Mimar Sinan Üniversitesi Yayımlanmamış Ders Notları, Güzel Sanatlar Fakültesi, s:109
10) Türk Dili Sinema Özel sayısı Çev: Nijat Özön, Ocak 1968, Sayı:196 ss:435-437
11) Geoffrey Nowell Smith, Dünya Sinema Tarihi, Ahmet Fethi (der, çev.) İstanbul, Kabalcı Yayınevi, Mayıs 2003 s:814
12) Geoffrey Nowell Smith, Dünya Sinema Tarihi, Ahmet Fethi (der, çev.) İstanbul, Kabalcı Yayınevi, Mayıs 2003 s:811
13) Türk Dili Sinema Özel sayısı Çev: Nijat Özön, Ocak 1968, Sayı:196 ss:435-437
14) Geoffrey Nowell Smith, Dünya Sinema Tarihi, Ahmet Fethi (der, çev.) İstanbul, Kabalcı Yayınevi, Mayıs 2003 s:814

Robin the Hood

Robin the Hood.. yani 'kukuletalı robin'..Robin Longstride öldürülen bir baron taş duvar ustasının (ki Mason manasına gelir o dönemde taş duvar ustası olmak) oğludur, tabi o bunu çok sonra öğreniyor.. Aslan Yürekli Richard'ın ölümünden sonra ordudan arkadaşlarıyla kaçan Robin yolda merhum kralın tacını geri götürmekte olan şövalyelerin uğradığı pusuda fransızları haklar, tacı ölmek üzere olan Sir Loxley'den alır ve kılıcını da babası Nothingham Baron'una götürmek üzere yola çıkar.. İyice anlatıp izleyecek olanların tadını kaçırmak istemiyorum, ama kılıcın üzerinde yazanı da yazmadan edemiyorum: "RISE AND RISE AGAIN UNTIL LAMBS BECOME LIONS" Özetle,
Ridley Scott muhteşem bir Robin Hood yorumlaması yapmış tartışmasız.. Sinemasal açıdan yorumlamaya gerek bile duymuyorum, zira ayışığında tohum ekilen muazzam sahne (ki sahnenin müziği budur:( http://fizy.com/#s/1j824u ) ve okun yaydan fırladığı harika görüntüler gibi unutulmaz görsel şaheserler var film boyunca..

Russel Crowe'u hiç sevmezdim ben eskiden, ama gördüm ki yıllandıkça değerlenmiş bu adam, hem oyunculuğu, hem yakışıklılığı nüksetmiş.. Destansı filmler gerçekten destansıdır, siz dışardan bir gözle izlersiniz, ancak ben Robin Hood'da sanki filmin içindeymişim gibi bir duyguya kapıldım bir ara; sanki film devam etse günlerce ben yaşadığım hayat da orasıymış gibi film olduğunu hatırlamadan izlemeye devam edebilirim!


Ve Cate élise Blanchett.. Kusursuz zarafetin adı. Şunu bir kadın olarak çekinmeden söyleyebilirim ki eğer bir kez daha doğsam ve kim olduğumu seçme şansım olsa Cate Blanchett olmak isterdim! Her filminde kendine hayran bırakan muhteşem kadın! Cate Robin Hood'da Lady Marion Loxley idi.. Ve Fransız Philip'in bozguna uğradığı çıkartmaya yabani hırsız çocukları da alıp zırhıyla savaşmaya geldiği an, bana yeniden bu kadından daha çok savaş meydanına yakışacak bir dişi yok yeryüzünde dedirtti ve içimdeki amazonu da ayaklandırdı yeniden, hep yaptığı gibi..

Sonuç itibariyle, rahatlıkla söyleyebilirim ki bu film, Robin the Hood'la ilgili bugüne dek zihnime kazınmış tüm alaycı yorumları tek seferde sildi, yepyeni bir Robin yarattı zihnimde, ki bu kez 'kukuletalı Robin' den bambaşka bir Robin bahsettiğim; Robin Longstride! ve yine bekaret kemeri geyiğiyle dalga konusu olmuş lady Marion'un yerine zarif ve cesur savaşçı Marion'u da bu filmle yüreklere kazıdı Cate Blanchett. Taş duvar ustaları hakkında onlarca kitap okudum, ve hâlâ arada aralarına karışma isteğimi bastıramayacak kadar gizemli ve zekiler gözümde.. ama tabii ortaçağın karanlığını aydınlatan dönemlerine binaen bu söylediklerim.. yakın geçmişin kanlı aydınlanmacılarına dair değil...

Kikujiro No Natsu


Dün akşam, tv8'de Takashi Kitano'nun Kikujiro diye bir filmi verilecekti... Gündüz reklamlarda fragmanlarını izleyince kesinlikle izlemek lazım dedim, peki ama nasıl? Bu filmde pek şiddet yok gibiydi, babam japon filminde kılıç varsa izler ancak!!! Her neyse akşam "baba! süper film var izleriz di mi!!" dedik, dedi ki:"Çin mi? Japon mu?" "Japonmuş baba! izleyelim!" "oo iyi iyi! izleriz tabi!" biz babayı tongaya düşürdük... topladık aileyi tv başına başladık izlemeye! hayır biliyorum ki filmde uzun sekanslar var, tempo düşük falan bu adam değiştirecek, kardeşim internete girecek, annem mutfağa kaçacak! Başta öyle oldu tabii, ama baktım annem direniyor izleyecek belli, yonca da kaptırdı kendini bir süre sonra ama babam 2-3 kez değiştirme gafletinde bulundu kanalı, ben kolumu giyotine kaptırmış gibi bağırınca tekrar açtı tabii! az sonra topluca içimiz burkula burkula, ardından kahkahalardan yıkıla yıkıla devam etmeye başladık izlemeye... babam durmadan itibarsız yakuzamız kikujiro için, "manyak bu adam ha!" diye yorumda bulunuyordu :)


Elbette, şimdi biraz filmden bahsetmek gerek; Maseo 7-8 yaşlarında büyükannesiyle birlikte yaşayan küçük bir çocuktur, sessiz ve çalışkan Maseo, uzakta yaşadığını bildiği annesine gitmek ve onu bir kez olsun görmek istemektedir. Annesinin fotoğrafını büyükannesi evde yokken bulan çocuk, biriktirdiği biraz parayı mahallenin serserilerine vermeye gider annelerini bulmaları için, tam o sırada eski komşuları olan kadın ve yanındaki itibarını kaybetmiş, agresif ve çocuksu yakuza durumu görür. Çocuğun haline üzülen kadın, hem çocuğu mutlu etmek, hem de yakuzadan bir süre olsun kurtulmak için yakuzaya onunla gitmesini öğütler ceplerine 50.000 yen koyar ve büyükanneye çocuğun bir süre onunla kalacağını merak etmemesini söyler. Yola çıktıktan kısa süre sonra Yakuza bizim buralardaki at yarışları gibi bahislerin geçtiği bisiklet yarışları için bu parayı harcar, kah yürüyerek, kah otostopla yola devam eden ikili yolda ilginç birkaç kişiyle de tanışır... birçok tuhaf macera, açlık ve eğlenceden sonra uzaktaki adrese ulaşırlar... ancak annesinin adresinden resimdeki kadın, küçük bir kız çocuğu ve kocası çıkar... uzaktan onlara bakan ikili durumu anlar, maseo'nun gözyaşlarına dayanamayan Yakuza onu sahile yollar... gidip ne yapacağını çaresizce düşünürken bir motosiklete asılı küçücük bir melek çanı görür... agresif yakuzamız, bağırıp çağırarak melek çanını alır, ufaklığın yanına gider... o kadının annesi olmadığını, annesinin oradan taşındığını ve giderken eğer o gelirse diye bu küçük melek çanını ona bıraktığını söyler... ve geri dönüş yolculuğu başlar... Gelirken onları adrese kadar getiren karavanlı yazarla mısır tarlasından mısır çalarken yine karşılaşırlar, ardından motosikletlerindeki çanı aldığı ikiliyle de... hep birlikte bir göl kenarına kamp kurar ve çocuğun üzülmemesi için inanılmaz oyunlar yaratırlar... işte o noktada küçük bir çocukla kim olursanız olun nasıl bir bağ kurabileceğinizi, ve onun kalbine yapılan minicik dokunuşların aslında dokunanda bile nasıl mucizeler yaratabileceğini görüyor izleyici...


Son sahnede, yaşadıkları yere dönen maseo yakuzaya teşekkür eder ve ayrılırlar, maseo son anda geri döner ve adınızı bilmiyorum bayım, adınız nedir? diye seslenir, "KİKUJİRO" diye bağırır yakuza... ve beceremese de içindeki meleği gizlemek için yine bağırmaya başlar! "hadii, defol, defol şimdi!!" ...... ve maseo kahkahalarla koşarak uzaklaşır... böyle bir film işte kikujiro no natsu; biri büyük biri küçük iki çocuk adamın sevgisini dile getiren...
Kitano, adam ruhlu küçük bir çocukla; çocuk ruhlu koca bir adamın birlikte çıktığı yolculuğu, şiddet-sever babama bile gülümsemeyle ve hüzünle izletebildiği için bir defa bence dünyanın en iyi yönetmeni sayılır! Seviyoruz seni Takashi baba!

Boz Bahçeler'in Rengi

1976 Grey Gardens


Bazı başlık çevirileri daha baştan yakalar okuyucuyu, izleyiciyi... Glass Jar'ın harika pınar Kür çevirisi Sırça Fanus'tur mesela ve bu haliyle daha büyülüdür orjinalinden. Grey Gardens filminin Boz Bahçeler diye çevrilmesi de bence aynı etkiyi yaratıyor, zira gri kelimesi rahatlıkla kullanılabilecekken boz demek edebi bir gücün kaynağına işarettir...



2009 Grey Gardens

İki "Boz Bahçeler" var. İlki, yani 1976 yapımı olan film tam bir belgesel. Edith Bouvier Beale ve kızı küçük Edith'in rüya gibi bir yaşamdan içine düştükleri kuyuyu hiçbir kurgu payı eklemeden tümüyle o an olan biteni aktardıkları ve kamerayı David ve Al dışındaki üçüncü bir göz yani seyircinin gözü olarak kullandıkları bir şahitlik filmi gibi... Belgesel yapımda en çok dikkati çeken kameranın üçüncü biri gibi Edie'nin konuşmasını bazen daha aşağıdan, boyu kısa birinin gözünden izliyormuş izlenimi vermesi. Oysa 2009 yapımında kurgu ön planda, seyirci orada üçüncü bir şahıs değil, aksine her şey olup biterken, bir röntgenci gibi dışardan izleyen biri konumunda, öyle ki bu röngtgenci zihinleri okuyabiliyor yani geri dönüşleri de izleyebiliyor, iki Edith'i oraya getiren şartları görsel olarak öğrenebiliyor, ancak bu geri dönüşler gerçeğe dayanarak kurgulanmış, tahmin edilmiş anların canlandırılması sadece... Belgeselde bunu görmüyoruz. Edith'ler ne söylerse onu biliyor, nasıl davranırlarsa onu görüyoruz, ama asla o an orada olandan öteye dair bir tahayyüle ihtimal verilmiyor.
2009'un Boz Bahçeler'inde karakterler 1976 yapımında tanık olduğumuz sahneleri canlandırıp non-fiction olanı fiction haline getiriyor, her ne kadar sahneler neredeyse bire bir olsa da belgeselde kameraman olan David ve Al'ın da bu kez kamera önünde canlandırılanlar oluşu tümüyle bir kurgunun içinde olduğumuzu kanıtlıyor artık. Belgesel yapımı izlerken sanki kendi çektiğimiz videolardan birini izlercesine bir sahicilik duygusuna kapılıyoruz, sanki kamera değil de insan gözüyle bakıyormuşçasına dağınık kamera hareketleri, bir bütüne değil de sabit olmaktan çok uzak hızlı hareketlerle ayaklara, ayrıntılara takılmak gibi günlük yaşamda insan gözünün daha çok odaklandığı yerlerin kayda alınması durumun non-fiction olduğunu çok daha belirgin kılıyor. Oysa filmde her şey bir nizam içinde sinematografik kurallara uygun, flashback dediğimiz geri dönüşlerin gösterildiği bir kurgunun inandırıcılığına sahip. Kısacası belgesel yapımda şahit olduğumuz gerçeklik, filmde inandırıcılığa dönüşüyor.
İki yapımın dili yeniden kurgulanan sahnelerde doğal olarak nerdeyse aynı ki bunu da filmde yer alan oyuncuların başarısı olarak görmek gerek, diğer yandan belgeselde kesinlikle varolmayan  "New York 1936" gibi dış sesler ve dahi o eyes of god denilen tepeden çekilmiş görüntüler sadece film kurgusu içinde anlam kazanan şeyler.

Belgesel filmde Edith'lerin konuşmalarından sadece onların geçmiş yaşantılarını tahayyül edebilirken, filmde senarist ve yönetmen tarafından halihazırda hayal edilip önümüze "işte aslında böyle olmuş olabilir." mesajı içeren flashback görüntüler izliyoruz, ama ilginç olan sahiciliği su götürmez belgeseli izlerken dikkat toplamak daha güç, tıpkı normal yaşamda olduğu gibi, kurgu ise ilginç biçimde hikayeyi gerçekliğe daha yakın, daha inandırıcı kılıyor, bu sayede olayın içinde daha yoğun halde girmek mümkün hale geliyor izleyici için.

Boz Bahçeler kurgu olmayanın nasıl yeniden üretilip, kurgulandığını görmek açısından kusursuz bir örnek ve kurgunun kimi zaman daha da inandırıcı bir hale bürünebileceğinin de kanıtı, çünkü insanlar gördüklerinden çok tahayyül ettiklerine inanmaya her zaman daha meyilli olur. İhtimaller üzerinden kurgulanan bir yapıt da bu yüzden daha gerçeğe yakın görünebilir zihne.

Gerçek gün gibi aşikârken bile gördüğümüze ya da bize söylenene değil de niyetin ne olduğunu hesaplamaya çalışarak, kendi kurduklarımıza inanmamız da hep bu yüzden değil midir zaten?

Ekaterina Moré ve Kadınları

Blogda yayınlayacağım bir şiirin yanına kadın portresi ararken internette bir tablo gördüm.

Bir kadın tablosu: Ballerina



İngiltere'de bir galerinin sitesinde alıcısıyla buluşmayı bekliyordu, ama tabloyu en az benim kadar beğenmiş bir ingiliz eş altına "Bu tabloya oldukça iyi bir rakam verebilirim, benim duvarımda kusursuz duracak, çünkü karıma çok benziyor..." yazmıştı. Ressamın adını arattım ve Ekaterina Moré adındaki bu güzel Rus ressamın çizdiği onlarca kadın tablosuyla karşılaştım. Sadece kadınları çizdiğini farketmem çok uzun sürmedi, tabii çizdiği kadınların birçoğunun da kendisine ne kadar benzediğini!



Biraz araştırmayla şahsi olarak iletişime geçme fırsatım da oldu ve hakkında birçok şey öğrenmiş oldum; St. Petersburg'da doğmuş olduğunu, heykelle, resimle, sanatla uğraşan bir aileden geldiğini, çocukluğunun uzunca bir döneminin Sibirya'nın en doğusunda hatta Japonya'dan bile daha doğuda yer alan Khamchatka, Peninsula'da geçtiğini...

Rus sanatının doruğundaki St. Petersburg, Sibirya'nın soğuk, izole yaşamına renk getiren şamanların yaşadığı Khamchatka, Japon kültürü ve Amerika'nın batı kıyısı arasında izole olmasına rağmen coğrafi bir çakışma noktasının kattıkları ve şimdi de Almanya'nın en sosyetik eyaleti olarak kabullenilmiş Düsseldorf'ta geçen hayat... Moré'un çizdiği kadınlar, -eyaleti ve insanlarını bir ay kadar inceleme fırsatı bulmuş olduğum için- söylemeliyim ki açıkça Düsseldorf'un çizgilerini taşıyorlar, şık, modern, özgüven abidesi, bakımlı kadınlar... Aynı zamanda ressama oldukça benzeyen Rus kadınlarına özgü soğuk ama cezbeden, güzel kadınlar bunlar... Bir de tüm o coğrafi çeşitliliğin kattıklarıyla canlanmış, rengarenk tablolar elbette...


 Gerçekçi bir akımın ürünü değil bu tablolar, zaten Moré da postempresyonizmle beslenmiş bir sanatçı. Van Gogh, Gauguin gibi üstadlara ilgi duymuş hep, çizgileri çok farklı olsa da Gauguin'le bir renk benzeşmesi olduğu açıkça görülüyor zira...

Elleri, burunları, omuz çizgileri ne kadar simgesel çizilse de her tabloda yadsınamayacak en açık şey kadın figürlerin bakışları. Bakışlar o kadar sahici ve etkileyici ki bazı tablolara dakikalarca bakabiliyor insanlar... Aynı kadınları bembeyaz vazolara kıvrımlarıyla resmederek başka bir anlam da katıyor ressam anlatımına...

Moré tablolarında erotizmi tüm incelikleriyle resmediyor adeta, onun aynı ellere, aynı dudaklara sahip kadınlarının her biri bambaşka renklere ve bakışlara sahip birer ikon olarak kendi evrenlerinden bakıyor izleyicisine...